“What if we’re all in the painting… everywhere? And what if we’re in the painting before we’re born? What if we’re in it after we die? And these colors that we keep adding, they just keep getting added on top of one another, ’til eventually we’re not even different colors anymore. We’re just… one thing. One painting. My dad, he’s not with us anymore. He’s not alive… but he’s with us. He’s with me every day. It all just sort of fits somehow, even if you don’t understand how yet. People will die in our lives – – people that we love. In the future. Maybe tomorrow. Maybe years from now. I mean, it’s kind of beautiful, right, if you think about it, the fact that just because someone dies, just because you can’t see them or talk to them anymore, it doesn’t mean they’re not still in the painting. I think maybe that’s the point of the whole thing. There’s no dying. There’s no ‘You’ or ‘Me’ or ‘Them.’ It’s just ‘Us.’ And this sloppy, wild, colorful, magical thing that has no beginning, has no end, it’s right here. I think it’s us.”

Yazmak ve önermek için geç kalmış olabilirim; ancak etrafımda hâlâ bu diziden habersiz olanlar görüyorum, üzülüyorum. Oysa ülkemizin güzide kanallarından FOX TV bile Türkçe’ye ve Türkiye’ye adapte etti, izleyicilerle buluşturdu. Nasıl oldu bilemiyorum, tanıtımlarını gördüğümde epey burun kıvırdım ama önyargılı olmamak lazım. Sonuçta benim burun kıvırışım kitabını okuduğum bir hikayenin senaryolaşıp sinemaya uyarlanması için de verdiğim olağan bir tepki. Kıllık yapmak bedava olunca böyle oluyor.

Efenim söz konusu dizi; This is Us.
2016 yılında NBC’de başladığı yayın hayatına pıtı pıtı devam ediyor kendisi. Şu aralar 4. sezonu bitti bitecek. Başrollerde geçmişin küçük yılıdızlarından Mandy Moore, Gillmore Girls’te Rory’nin serseri aşkını canlandırıp hepimize bir iç çektiren (hepimize çektirmiştir herhalde, di’ mi?) Milo Ventimiglia, Sterling K. Brown, Chrissy Metz ve Justin Hartley var.
Şahsen ben uzun zamandır böyle tatlı, böyle gerçek bir şey -şey diyorum çünkü film ya da dizi ayırt etmeksizin böyle- izlememiştim.
Pek de anlatasım yok aslında; zira ben hikâyeyi hiç ama hiç okumadan diziyi izlemeye başlamıştım, haliyle karşıma çıkan, beni sanırım bu yüzden biraz daha fazla büyüledi. Ancak diyebilirim ki tam bir aile hikâyesi. Ve hepimizin öğreneceği o kadar çok şey var ki… 
Meselâ dizinin en sevilen karakterlerinden Jack’in bir yandan muhteşem hatta gerçek olamayacak kadar mükemmel bir insan olduğunu izlerken, aslında onun da zaafları, hataları olduğunu görebiliyoruz. Ya da aynı evde, aynı anne ve baba tarafından büyütülen üç kardeşin birbirinden ne kadar farklı olabildiğini, aralarındaki çekişmeleri, çocukluk travmalarını büyüdüklerinde hâlâ nasıl yanlarında taşıdıklarını…
Bana hayat, yaşamak, aile olmak, dost olmak ile ilgili o kadar çok şey gösteriyor ki… Bu yüzden de anne-baba olan, daha doğrusu aile olan ve olmayı düşünen herkesin izlemesi gerek gibi geliyor. Her bölümde insan ayrı bir detay, ayrı bir incelik görüp alıp verdiği nefese daha çok kıymet veriyor, etrafına daha bir farklı bakıyor.
İlk iki bölüm biraz yavaş gelebilir, ama biraz sabrederseniz Pearson Ailesi’ne konuk olup Big Three ile tanışabilirsiniz. Ve bence bundan kesinlikle pişman olmayacaksınız.

Şuraya diziden birkaç tane tatlı laf koyalım da romantizme azıcık doyalım:

“I don’t need anniversaries to see you. I see you every day. You are my daily meteor shower.”

“You know when I was a little boy I didn’t know what I wanted to be when I grew up. Adults always ask little kids that. I never had a good answer. Not until I was 28. Until the day that I met you. That’s when I knew exactly what I wanted to be when I grew up. I wanted to be the man that made you happy.”