Kendime sözler verdim, yetmedi buralarda yazdım ama yine olmadı, yine olmadı! 2020 yılı da en çok sevdiğim şeyle arama bir türlü kapanmayan mesafeler koyarken, bir yandan da onsuz yaşayamadığım bir yıl olarak kişisel tarihime geçti. Evet, “yazmak”tan bahsediyorum.

Yazarak para kazanan biri olarak yazma eyleminden bir o kadar da uzak oluşumun nedenini ben de bulamıyorum. Geçenlerde Zoom üzerinden arkaaaşlarımla(*) konuşurken anlatıyordum: Herkes zaten her şeyi yazmış, söylemiş, ifade etmiş ben ne yapsam bu saatten sonra olmayacak gibi. Dijital dünyaya gereksiz birkaç piksel daha mı bırakayım diye… Neyse ki aklı başında insanlar da, aslında bu işlerin böyle olmadığını bana hatırlatıverdiler. O yüzden yeniden bu tatlı mekâna bir uğradım. Bu defa bu uğrayışın, Ted Mosby’nin MacLaren’s Pub’a bağlılığına evrilmesini umuyorum, hayırlısı…

MacLaren’s Pub… Eskiden Taksim’deki Umut Ocakbaşı’nın karşısındaki Thales de benim için böyleydi.

Pandeminin henüz çok çok başında evde kalmanın önemine ve zamanın su gibi nasıl geçtiğine dair bir yazı yazıp dışarı çıkma tutkusunu bastıramayanları da inceden eleştirmiştim. Eleştirmek demeyelim de çok çok minik taş parçacıkları atmıştım diyelim.

Ancak zaman geçtikçe anladım ki evde olmak da zor iş. Bunu son 35 günde sadece bir defa sokağa çıkmış biri olarak söylüyorum. Hatta “sen hâlâ çıkmadın di’ mi” sorularından ya da “arada bir sabahları çıkıp yürü, o kadar hareketsiz kalma” uyarılarından utanmasam daha da kalırdım evde muhtemelen. Zira pandemi olmasa da evden 10 gün çıkmayabilen bir insan olarak bu tip durumlar benim için pek de anormal değil. Ama anladım ki insan, sosyal bir varlıkmış ve ben kesinlikle sosyal bir insanım. Bu sosyallik kendimle de olsa…

Şöyle ki pandemiden önce de evden çalışıyordum ve “ofise gitsem de iki insan görsem” ya da “benim mutlaka sabah çıkıp akşam gelmeli bir disipline ihtiyacım var” insanı olmadığım için de çalışma hayatım çok farklı değildi. Ancaaaaaak iş dışında yaptığım aktiviteler kısıtlanınca işin rengi değişti.

Engin Günaydın ile ortak noktamız olduğunu bu dönemde keşfettim.

Tiyatroya, sinemaya gidememek, arkadaşlarla görüşememek, sahilde gönül rahatlığıyla gezememek, kitapçılara girip çıkamamak… Bunlar resmen dengemi bozdu. Hâlâ yazlık ve kışlık giyeceklerimi mevsimi gelince ayıran biri olarak yazlık kıyafetlerimin neredeyse %90’ını hiç giyemediğimi fark ettim. Ve “ben şu an neden böyle saçma bir şey yapıyorum ki zaten bu kıyafetleri de giyemeden kaldıracağım. Ay bu eteğimi de ne çok severim, şu kazağım da yumuşacık” diyerek onlara sarılıp dertlenince psikolojimin pek de iyi olmadığını anladım.

Allah başka dert vermesin(!)

Mekânsal hafızanın verdiği dayanılmaz hüzün
Sizin de rutinleriniz var mıdır bilemiyorum ama benim delicesine bağlı olduğum rutinlerim vardır. Şu aralar var olan koşullar nedeniyle pek yok maalesef, ama eskiden vardı. Meselâ bir dönem her pazar sabah erkenden kalkıp kahvaltımı yapar, ardından da Kadıköy’deki Pappa Cafe’ye giderdim. Akşama kadar orada kitap okurdum, çalışırdım, yazı yazardım. Akşam da elime sıcak bir içecek alıp Rexx’te film izlerdim. Şimdi zaten bunların herhangi birini yapmam mümkün olmadığı gibi pandemi bitince de yapamayacağım çünkü yukarıda saydığım mekânlar artık maalesef yoklar.
Mekânsal hafızamız birkaç yıldır, kentsel dönüşüm adı altında yerle bir oluyordu. Pandemi sayesinde o güzelim hafızalarımıza buldozer girdi.
Muhtemelen bir gün birbirimize sarılıp karşılıklı oturarak dertleşebildiğimizde her zaman gittiğimiz kafeye gidemeyeceğiz, çoğu mekânın yerinde yeller esiyor olacak…
Geçmişine düşkün bir insan olarak bu durum beni hayli üzüyor. İleride, zamanında çok sevdiğim mekânların hiçbiri kalmayacak ve hatta bulundukları yerler o kadar sık değişime uğrayacak ki hiçbirini hatırlayamayacağım ya da oldukça puslu olacak hatıralarım. Hüzün…

Yine de bildiğim kadarıyla henüz koronavirüsün bünyeme girmemiş olmasından memnun olmalıyım. Açık havanın sağladığı bir nebze de olsun sağlıklı koşulların verdiği yetkiye dayanarak yollar kateden arkadaşlarımla sahilde keyif yapabilmek güzeldi.


Aşçılık performansımda gözle görülen bir yükselişin yaşanması da son derece umut verici. Tamam bir MasterChef olma iddiam hâlâ yok; ama en azından karnıyarık, dolma, muzlu rulo pasta gibi çok sevdiğim yiyecekleri yapabiliyor olmaktan gurur duyuyorum. Gerçi Tunç’un mısır ekmeği, bal kabağı çorbası ve vişne likörü yapımı mutfaktaki iddialı duruşumu biraz bozuyor ama olsun… Seni yeneceğim genç adam!

Bol bol ürettim, belki kendim için pek vakit ayıramadım ama bunca aydır çalıştığım dergi için yazılar yazmaya devam ettim. Farklı internet siteleri için içerikler ürettim. Kitap okumaya daha çok vakit ayırmayı başardım, izlenecekler listeme dokunmaya başladım.

Nil Karaibrahimgil ya da Fahrettin Husband kadar Polyanna olamasam da bende de iyimserlik tanecikleri olduğunu düşünüyorum.

Şimdi sırada yeni yıl gelmeden pek sevdiğim bir projeyi daha ayağa kaldırmak var. Belli mi olur belki 31 Aralık’ta sanal sanal lansman da yaparım. Hayâl etmek başarmanın yarısıdır. Bu söz böyle değildi, ama şimdilik böyle kalsın olur mu?

EditBüdüt1: Mekânsal hafıza konusunu aydınlatacak kitaplara ve yazılara rastlamanız halinde paylaşmanız nasıl da şahane olur, anlatamam.

(*)EditBüdüt2: Yazma ya da üretme konusunda zaman zaman Dark Side’a geçmiş tavırlar sergilesem de beni dürtükleyen sevgili arkaaşlarım Dilem ve Tarık’a teşekkürü her zaman borç bilirim.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s